Uygarlık Tarihinin Eşsiz Kokusu

Endüstri devrimi gerçekleşmemiş olsa ve kokunun bin bir çeşidi ile haşır neşir olmasaydık şuan ne şartlarda yaşıyorduk, hatta nasıl kokuyor olurduk diye düşünmesi dahi bizlere oldukça garip gelebilir. Fakat çok açık bir şey var ki; o da birbirimizden uzaklaştığımız teknolojik nimetlerle dolu bir çağda yaşıyor oluşumuz. Maalesef ki bu gerçeği görmek için sohbet etmek yerine telefonları ile ilgilenen insanları birkaç saniyeliğine inceleyebiliriz. Fakat koku bu noktada devreye girer; bize gerçekte kim olduğumuzu hatırlatan değerinin her zaman farkında olmamız benzersiz duygulara sürekler hepimizi. Bizi bu karışık duygularımızdan çekip çıkartacak olan şey kokunun hiçbir zaman unutmayan hafızasında yatar. Dünya üzerinde kötüsü ile insanı arkasına bile bakmadan kaçıran, iyisiyle kendine hayran bıraktıran bir şey varsa o da, kokunun ta kendisidir, o bizim doğal pusulamızdır.

Peki, eski zamanlarda da herkesin böyle güzel kokular kullanma daha doğrusu güzel kokabilme fırsatı var mıydı?

Malumunuz, geçmiş zamanlarda insanlar en temel ihtiyaçlarını gidermek için bile belirli bir sosyal statüye sahip olması gereken zor zamanlarda yaşıyordu ve temizlik, güzel koku sürünmek gibi olanaklar onlar için son sıralarda bulunuyordu. Daha doğrusu kimi şanssız kültürler hastalıkların mikropla üreyip çoğaldığından bihaberdi. Bu öyle bir durum halini almıştı ki; Londra, Paris gibi son birkaç yüzyılın en büyük şehirlerinin ana caddeleri, nehirleri ve hatta sarayları bile dayanılmayacak kadar kötü kokularıyla ve çöpleriyle tüm dünyaya çoktan nam salar hale gelmişti. Şimdilerde sıklıkla kullanma şansına sahip olduğumuz güzel kokular ve parfümler o zamanlarda ise gerçek anlamda (içeriğinde bulunan etil alkol gibi) kullanılmıyordu. Daha çok macun, yağ gibi çeşitli şekillerde kullanımıma sunulmuştu ama zaten zar zor geçinebilen halk için güzel koku kullanabilmek ultra lüks bir durumdu. Hatta bu güzel kokulu maddeler soylu kesim tarafından bile pek bilinip önemsenmiyordu. Fakat güzel kokunun seyri kaderin cilvesi ile çok farklı bir yönde ilerleyecekti.

16. yüzyılda İtalya’nın en ünlü hanesi olan Medici ailesine mensup Fransız sarayına gelin gidecek Catherine de’ Medici adlı hanımefendi yaşamaktaydı. Yani kadar zengin ki bu hanımefendiydi ki Fransa kraliçesi o zamanlar çok pahalı olan her şey ama her şey doğal olarak kraliçenin emrine amedeydi. İstediği tüm esansları kolaylıkları bulabiliyor ve ailesinin Arap yardımadası ile yaptığı ticaretler sayesinde mis kokulu esanslar, sular zengin İtalyan ailesinin hayatında büyük önem taşıyordu. Günlerden bir gün bu hanımefendi Fransa kralının huzuruna çıktığı zaman, saraydaki kötü kokuya daha fazla dayanamayıp kendini kralın kolları arasına atma suretiyle küt diye herkesin içinde bayılıveriyor. Saraylar o kadar kötü bir durumda yani. (Kralın pek hoş kokmaması da kraliçenin bayılmasındaki en büyük etken tabii ki). Fakat her işte bir hayır vardır derler ya, müstakbel kraliçenin beraberinde getirdiği İtalyan koku ustası Rene Le Florentin’in ürettiği pomenderler Fransız sarayında öyle bir sükse yaratıyor ki; (koku özlerinin içinde taşındığı taşınabilir küre) içerisinde bulunan mis kokulu macunlar, yağlar ve sular sayesinde güzel kokunun önemi kraliçenin vizyonu sayesinde anlaşılıp ülkenin dört bir yanına yayılmayı başarıyor. Şanslı İtalyan parfüm üreticisi de bu sektörel açığın ortasına adeta bir güneş gibi doğarak Fransa’da kendi parfüm krallığını kuruyor ve böylelikle koku üreticileri sarayın desteğini de arkalarına alarak ülkeyi parfümün başkenti haline gelebilmek için önemli çalışmaya başlıyorlar. Bir zamanlar çöpleri ve kötü kokularıyla ünlenmiş Fransızlar böylelikle meşhur esansları ve mis kokulu yağları anılan bir millet olarak tarih sahnesinde yerlerini almış oluyorlar. Evet, parfüm dünyasında kesinlikle biraz fazla ironi içeren bir gelişim oluyor bu.

Saraylarının odalarını, sokaklarını aynı zamanda birer tuvalet olarak gören Avrupalılar kötü koku, çöp ve bunlardan kaynaklı veba salgınları ile boğuşurken acaba bizim topraklarımızda koku ve temizlik ne anlama geliyordu? Şüphesiz ki İslam kültürünün katkısı sebebi ile Osmanlı’da temizlik ve güzel kokular sürünmek her zaman ön plandaydı ve halk dahi güzel kokulara kolaylıkla ulaşabiliyordu. Düşünün; Avrupa’da her türden çöpü sokağa atmak serbest iken (yüksek topuklu ayakkabıların ne için icat edildiğini hepimiz biliyoruz), Osmanlı’da halkın kullanımına sunulan geniş bir ağa sahip umumi tuvaletler ülkenin her bir tarafına yayılmış vaziyetteydi. Yani dünyanın başka ülkelerine nazaran sokaklarımız, evlerimiz, saraylarımız halkımız ve devlet büyüklerimiz çok çok daha temizdi ve mis kokular sürünmeyi de çoktan adet haline getirmişlerdi.

Birbirinden güzel kokular aynı başka kültürlerde de olduğu gibi, Osmanlı şifahanelerinde ve günlük hayatta da sıklıkla kullanılırdı. Birisi esans, macun, yağ gibi bulunması zor maddeler aradığı zaman aklına hemen Mısır Çarşısı gelirdi. Nasıl gelmesin ki? Söylenenlere göre Mısır çarşısında o kadar çok bitki, ağaç kabukları, baharat ve parfüm çeşidi vardı ki; kente ziyarete gelen oryantalistler bu çeşitli kokulardan etkilenmeden edememiş ve kokuların sarıp sarmaladığı kenti eserlerinde sıklıkla anlatmaya başlayıp Mısır Çarşısı’nı dünya üzerinde bulunan yaşayan bir efsane haline getirdiler. Fakat her şeyden öte, kokuların Osmanlı’da diplomatik ilişkilerinde de sıklıkla kendine yer bulmasının en büyük sebeplerinden birisi, Osmanlıların kokunun insan psikolojisinde ne denli önemli olduğunu bilmelerinden yatıyordu. Kokuya olan bilgi ve ilgilerini yabancı ülkeden gelen krallar, vezirler ve elçiler için kullanmayı pek tabii ki herkesten önce akıl etmeyi başarabilmişlerdi. Bir düşünün; Fransa’dan ya da herhangi bir Avrupa ülkesinden gelen elçisiniz, ülkenizin durumu da malum ve sizi Türkler onca zenginliklerle beraber mis gül suları ve amber kokulu buhurlar ile karşılıyor. ‘’ Aman Allah’ım bu imparatorluk çok güçlü ve çok zengin! ’’ hissini vermeyi işte böyle başarıyorlardı. Kuvvetle muhtemel Osmanlı topraklarına ayak basan yabancı konukların burunları gerçek anlamda bir kültür şoku yaşamıştır ve bu güzel kokulardan oldukça etkilenip örnek almışlardır.

Kokunun, bilimin desteği ile başka hangi değişimlere maruz kalacağı sürprizlere gebedir. Kokuyu anlatan onlarca hikâye, roman ve makaleler yazılabilir. Çünkü koku içinde sonsuz yaratıcılığı ve adı konulamayan duyguları barındırır. Hiç şüphe götürmeyen bir gerçektir ki burnumuz, binlerce yıldır vücudumuzun en çalışkan uzuvlarından biri haline gelmiştir. Bilimsel araştırmaların insan burnunun 1 trilyon kokuyu algıladığını açıklaması buna en iyi örnek olup, aynı zamanda ne kadar da geniş ve bir koku yelpazesine sahip olduğumuzun soyut bir kanıtıdır. Bu yüzden çevremizdeki güzel kokuların zaman içerisinde gözlerimizle göremediğimiz ama bir o kadar da hayatımızda büyük etkileri olan bir ihtiyaç haline dönüşmüş olması da şaşırtıcı değildir. İster kötü kokuların üstünü örtmek, ister ferahlamak, ister cazibe yaratmak için kullanılan, üzerinden asırlar geçse bile insanın anılarını canlandıran kaç tane şey sayılabilir ki?

Ne kadar da anlamlı bir cümle söylemiş ünlü yazar Aldous Huxley:

‘’Tarihin en çekici ve esrarengiz tarafı, değişen çağlarla birlikte her şeyin tamamen farklılaşması, fakat hiçbir şeyin değişmemesidir…’’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir